1 Temmuz 2014 Salı

Paris Gezimiz

Amerika dönüşü gezilerimize oğlumuzun dünyaya gelmesi nedeniyle bir süre ara vermek zorunda kalmıştık. Geçen mart ayında bir iş toplantısı sebebiyle Parise gitmem gerektiğinde epeydir bastırdığımız gezi duygularımız yeniden depreşti. Ama bu kez durum öncekilerden çok farklıydı. Çünkü yalnız değildik, altı aylık bir de oğlumuz vardı. Bir bebekle nasıl gezileceği ya da gezilip gezilemeyeceği konusunda hiç bir fikrimiz yoktu. Kısa bir araştırma ve tecrübe aktarımı ardından kararımızı vermiştik. Denemeliydik. Toplantı sonrası gezi için üç gün planladık. Eşim ve çocuğum bu son üç gün bana katıldılar. 

Hemen itiraf edeyim ki bebekle yaptığımız bu ilk gezi bizim tercih ettiğimiz ve alışık olduğumuz gezi tempolarının biraz altındaydı. Ama açıkçası başlangıçtaki beklentilerimizin de üzerindeydi. Bunda oğlumuzun henüz yürüme çağında olmaması ve gezimizde otel yerine kiraladığımız evde kalmayı tercih etmemiz önemli faktörler oldu sanırım. 

Bu gezimizde otel yerine kiraladığımız bir evde konaklamak isabetli bir tercih olması yanında çok güzel de bir deneyim oldu. Hatta sonraki gezilerimiz için bizi cesaretlendirdi ve heyecanlandırdı. Kiraladığımız ev Paris'in 16. bölgesinde (16th arrondissement) bulunuyordu. Burası şehrin en merkezi ve turistik notalarına yürüme mesafesindeydi. Örneğin evden çıktığımızda Eyfel Kulesinin olduğu bölgeye 15 dakikada yürüyebiliyorduk. Dahası mahalle arasında turist gibi değil de bu şehrin bir sakini gibi yaşadık. Sabahları sokağın hemen köşesindeki bir pastaneden baget ve kruvasanları, karşı köşedeki peynirciden peyniri alıp evde kahvaltı yapabildik.   

Paris gezimizin detayları ve geziden diğer notlarımız ise şöyle:

Paris malum dünyanın en çok turist çeken şehri. Geçen yıl (2013) 32,3 milyon kişiyi ağırlamış şehir. Bu rakam aynı yıl Türkiyeye gelen toplam turist sayısına eş neredeyse. Bir şehri bu kadar popüler ve ilgi odağı yapan şey ya da şeyler nedir insan merak ediyor doğrusu. Kısa gezimizden edindiğimiz izlenimlerimizin bizde uyandırdığı düşünce, şehrin 18.yy doğup benimsenmeye başlanan, kaynağını Rönesans ve Reformlar hareketlerinde bulan modern batı dünyasının değerlerini (aydınlanma) mimariden sanata, düşünce hayatından gündelik yaşama bir çok alanda bir bütünlük içinde toplamış olması onun ününün en temel nedenidir. Bununla beslenen algı tanıtım olanaklarıyla da başarı bir şekilde buruşturulduğunda ortaya bu sonuç çıkıyor. Paris bugün moda ve lüksün başkenti olarak anılmaktadır. 

Paris şehir yapısı ve mimarisi ile de oldukça dikkat çekicidir. Şehir geçmişten bugüne önemli planlama ve inşalara sahne olmuş. 17. yüzyıl sonuna kadar Paris, dar sokakları ve pazarların kurulduğu küçük meydanları ile bir Ortaçağ kenti görünümünde iken 18. yüzyıldan itibaren imparatorluğun güçlenmesi ile kentin görünen yüzü değişmeye başlamış, 1840 – 1870 tarihleri arasındaki Fransız endüstri devrimi ile de bu değişim doruk noktasına ulaşmıştır. Parisin cetvel ile çizilmiş gibi açılan geniş ve uzun bulvarları Haussmann’ın vali olduğu 1853 – 1870 tarihleri arasındaki dönüşümün eseri olmuş.

Paris gezimizin önemli noktalarından notlarla devam edelim...

Şanzelize Caddesi (Avenue des Champs Elysées) ve Zafer Takı

Dünyada moda ve lüks alışveriş denince akla gelen yer Champs Elysées caddesi oluyor. Biz de bu geniş ve epey uzun cadde boyunca bir kaç kez yürüdük. Cadde üzerinde birbirinden şık ve güzel mağaza vitrinlerini görmek mümkün oluyor. Bu cadde üzerinde bulunan Fransızların meşhur kurabiyesi macaronların satıldığı Laduree pastanesine uğradık. İçerde uzayıp giden sırada ilerlerken gözümüzün önünden duran çeşit çeşit pasta ve tatlıların büyüsüne kapılmamak mümkün değil. Burada aldığımız macaronları dayanamayıp yol boyunca bir güzel yedik. 

Şanzelize caddesi
Laduree pastanesi dıştan görünüm
Laduree pastanesi içten görünüm
Zafer Takı 1806 yılında Napolyon tarafından inşa ettirilen 49 metre yüksekliğindeki bir anıttır. Bu anıt Şanzelize caddesinin bir başında 12 caddenin kesiştiği bir kavşağın tam ortasında bulunmakta.Anıtın tepesine asansörle çıkılabiliyor.

Şanzelize caddesinin başında yer alan zafer takı (Arc de Triomphe l’Etoile)
Eyfel Kulesi (Eiffel Tower)

Eyfel kulesi Paris denince ilk akla gelenlerden oluyor. Biz de yarım günümüzü buraya ayırdık. Güneşli ama hafif serin bir günde yürüyerek Trocadero ya geldik. Uzaktan Eyfel Kulesi güzel görünüyordu. Burası yüksekçe bir mekan olduğundan Sen nehri ve Eyfeli görmek için turistler için oldukça popüler bir yer. Trocaderonın çok basamaklı merdivenlerinden inerek önündeki parkta güzel vakit geçirdik. Güneş batmaya yakın Sen nehri üzerindeki köprüden geçerek Eyfel vardık. Tabi belki beklemesi saatler alacak uzun kuyrukları görünce ve de bebek arabasıyla çıkmanın da zorluğunu düşünerek Eyfel'in tepesine çıkmaktan vazgeçtik. Bunu sonraki Paris gezilerimize saklayalım dedik. 

Trocedero








Sen Nehri Tekne Turu 
Paris içinden nehir geçen şehirlerden. Böyle olunca da şehri bu su yolu üzerinden gidip gelen tekne turlarıyla gezmek hem güzel hem de pratik oluyor. Biz de bir tekne turuna katılarak nehir boyunda dizili önemli mimari yapıları en azından uzaktan görme şansı yakaladık.







Louvre Müzesi

Parisin hem mimarisi hem de içindeki sanat eserleriyle en kıymetli ve görülesi yerlerinden birisi de Loure Müzesidir. Bu müzeyi hakkıyla gezmek en azından iyi bir enerjiyle bir tam günü ayırmayı gerektirir. Ancak malum hem çocuklu hem de vakit sıkıntısı olunca tercih yapmak gerekiyor. Biz Mono Lisa tablosunun olduğu bölüm ile İslam Sanatları bölümünü gezdik. Bu yüzden tam olarak müzeyi gezdik diyemiyoruz. Müzenin dışına meşhur cam piramit içinden geçerek çıktık. Burada fotoğraflarımızı çektikten sonra Tuileries Bahçesine (Jardin des Tuileries) doğru yürüdük. Çok güzel bir bahçe. 1564 yılında tamamlanmış olan bu bahçede simetrik olarak tasarlanmış havuzlar bulunmakta. Ayrıca bahçenin çeşitli noktalarında heykeller, sanat eserleri ve oturma yerleri mevcut.






Tuileries Bahçesi
Tuileries Bahçesi



Notre Dame Katedrali

Parisin önemli yapılarından bir diğeri Notre Dame Katedrali gezimizde uğradığımız noktalardan birisi oldu. Bu yapıyı Viktor Hugo'nun en ünlü eserlerinden birisi olan Notre Dame'in Kamburu eserinden ve onun beyaz perdeye aktarılan filminden de hatırlıyoruz. Kilise 12. yüzyılda tasarlanıp 14. yüzyılda tamamlanmış. 


Notre Dame Katedrali cam detayı
Kilisenin yapılışını anlatan figür

Kilisenin önündeki Sen nehrinin hemen karşı kıyısında Parisin daha kozmopolit yerleşim yerleri bulunuyor. Burası meşhur Sorbonee üniversitesine de ev sahipliği yapıyor. Sokak ve caddelerde farklı kültürlerin mutfaklarına ait yemeklerin satıldığı mekanlara rastlıyoruz. Kafe ve butik dükkanlarıyla renkli bir semt burası.


Montmartre Tepesi ve Sacré Coeur Bazilikası  

Kiliseyi gördüğümüz günün öğleden sonrasını ressamlar tepesi olarak da bilinen Montmartre tepesine çıkıyoruz. Metro ile indiğimiz noktadan kısa bir yürüyüşün ardından tepeye çıkılacak teleferiğe varıyoruz. Tepede yapımında kullanılan beyaz mozaik nedeniyle parlayan görüntüsü ve göğe yükselircesine büyük kubbesiyle oldukça ihtişamlı bir kilise olan Sacré Coeur Bazilikası bulunuyor. Buranın terasından Paris şehir manzarası görülebiliyor. 


Sacré Coeur

Montmarte tepesinden Paris
Montmartre bölgesi masalsı bir görüntüye sahip. Özellikle onlarca sokak ressamının mekan edindiği küçük meydan(ressamlar tepesi) ve meydanın etrafından konumlanmış kafe ve dükkanlar çok güzel bir atmosfer oluşturuyor. 

Montmarte Ressamlar Tepesi


Kısa notlar:

Pazar günü alışveriş merkezleri ve mağazalar kapalı oluyor. Bu yüzden Paris'in en ünlü alışveriş merkezi Galeries Lafayettenin kapısından geri döndük.

Paris metrosu insanın kafasını allak bullak ediyor. Şehrin her tarafı alttan tünellerle örülmüş adeta. Birbirinden güzel metro istasyonları gördük. Örneğin Cite istasyonu. Eski olduğundan ve yapıyı bozmak istemediklerinden metro duraklarında genelde asansör bulunmuyor. 

Louvre dışında da bir çok ünlü müze bulunuyor Pariste. Vakit sıkıntısı sebebiyle gidemediğimiz müzelerden en önemlilerinden birisi de Orsay müzesi.

Ünlü Fransız şatosu olan Versay Sarayına gidemedik. Bir sonraki geziye kısmetse.



8 Eylül 2013 Pazar

Chicago Gezimiz

Bu yazı yaklaşık beş ay önce tamamladığımız Amerika maceramızın son gezi durağı Chicago hakkında. Chicago Amerikadaki ilk günlerimizde oluşturduğumuz gezilecek yerler listesinde baş sıralarda yer alıyordu. Planlar her zamanki gibi yine tutmadı ve biz bu gezimizi ancak Türkiye ye dönüş yapmadan önceki bir kaç günde yapabildik.

Bu geziye çıktığımızda Türkiyeye dönüş biletleri alınmış hatta uçuş gününe sayılı günler kalmıştı. O yüzden dönüş ile ilgili tüm hazırlıkları önceden tamamlamıştık. Chicago gezisi ardından Boston'a son kez valizlerimizi almak için uğrayıp buradan kiraladığımız arabayla new yorka geçtik ve oradan 9 saatlik uçuşla İstanbula geldik. O gün hayatımızın bugüne kadar ki en uzun günüydü. Sabah saat beşte Chicago'da uyanıp 2 saatlik uçuşla Boston'a oradan kiraladığımız arabayla dört saatlik yolculukla New Yorka ve sonra gece 11 uçağıyla 9 saat uçtuktan sonra İstanbul'a  geldiğimizde henüz İstanbul'da akşam olmamıştı bile.

Gezi günlerinin bizim için olağanüstü atmosferinden sıyrılıp gezi notlarına yer verme zamanı şimdi.

Chicago'ya gitmeye karar vermeden önce belki de ilk gözden geçirilecek şey mevsim ve elbette hava durumu. Çünkü bu şehir ,o çok bilinen adı ile "windy city", soğukları ve sert rüzgarlarıyla nam salmıştır. Bunu aylardan Nisan olmasına rağmen dışarda elde eldiven sırtta kalın paltolar ile gezen insanları görüp keşke daha hazırlıklı gelseydik dediğimizde daha iyi anlayabildik. Gezerken her üşüdüğümüzde kendimizi bir kafeye zor attık. Özellikle sabah erken saatler ve akşam güneş batmaya yakın saatler korkulu zaman dilimleriydi. Allahım o nasıl keskin bir rüzgar ve soğuk. Açıkçası buranın kışını hayal bile edemiyorum.

Otel rezervasyonumuzu daha önceki gezilerimizde olduğu gibi yine gezimize başlamadan saatler öncesinden yaptık. Şehri yürüyerek gezmeyi planladığımızdan mümkün olduğunca şehir merkezinden bir otel olmasını istiyorduk Bu yüzden Priceline sitesinden rezervasyon yaparken biraz tereddütlü ve açıkçası endişeliydik. Ama otele gittiğimizde şansın bizden yana olduğunu anladık. Çünkü otelimiz Downtown ve michigian ave bölgelerinin tam ortasında şehrin merkezi ve güvenli bir noktasındaydı. Artık gitmek görmek istediğimiz her yer yürüme mesafesindeydi, olmadı metro hemen yakından geçiyordu. Ayrıca, kaldığımız otelin şehrin tarihi tescilli yapılarından birisi (landmark) ayrııca bizi mutlu etti.

“Chicago”, Miami-İllinois yerlilerinin dilinde, Chicago nehri boyunda yetişen “shikaakwa” bitkisine verilen ismin Fransızca söylenişiymiş. Chicago şehri Amerika'nın orta batı olarak ifade edilen kısmında bulunuyor. Michigan gölünün güneyinde kurulmuş olan bu şehir nüfus bakımından Amerika'nın en büyük üçüncü şehri olma özelliğine sahip. Demografik yapısı beyaz Amerikalılar, siyah ve Afro Amerikalılar ile diğer göçmenlerin dengeli dağılımı dayalı. Bu da farklılıkların bir potada erimesinin güzel bir örneği...







Chicago mimari yapıları ile de oldukça önemli bir şehir. Özellikle modern mimarinin en güzel ve öncü yapılarına ev sahipliği yapıyor. Gökdelen şeklindeki yapıların ilk örnekleri bu şehirde verilmiş. Gezerken 1960 larda inşa edilmiş gökdelenleri görünce şaşırmamak elde değil. Gezimizde bir günümüzü şehrin önemli mimari yapılarını gezmeye ayırdık. Bunlar arasında şehrin önemli ikonlarından olan ve turistik gezilerin vazgeçilmezi sayılan 108 katlı Willis kulesi (yaygın bilinen ismiyle Sears ) de bulunuyor. Bu kule 1973 yılında inşa edilmiş. Kule bu tarih itibariyle Amerikanın ikinci dünyanın ise sekizinci en yüksek binası unvanına sahip. Kulenin 103 üncü katında bulunan tamamen camdan terasta (Skydeck Chicago) havada yürüyormuş hissine kapılmamak mümkün değil.












Chicago'nun bizim dikkatimizi çeken diğer bir özelliği ise iklimi itibariyle soğuk bir şehir olmasına rağmen parklarının ve açık alanlarının çeşitliliği ve canlılığı oldu. Mesela Millennium Park bunların en güzelidir. Bu park içerisinde artık şehirle özdeşleşmiş olan "Cloud Gate" ya da fasulyeye benzerliği nedeniyle "the bean" olarak adlandırılan bir anıt da bulunuyor.
Chicago sokak sanatları bakımından da zengin bir yer. Paklarında ve önemli meydan ve sokaklarında çok sayıda sanat eserine rastlamak mümkün. Bu sanat yapılarını gezmek bile bir günü alıyor. Şehir sanat ilişkisinin gücünü ve etkisini gezdiğiniz her yerde hissedebiliyorsunuz. Museum Campus olarak adlandırılan bölgede çok sayıda müze bulunuyor. Bunlardan en önemlisi elbette sanat müzesi olan The Art Institute of Chicago dur. Bu müzeyi hakkıyla gezmek bile bir tam gün alabiliyor.




Chicago park ve caddelerindeki sanat eserlerinden diğer kareler...









Chicago nun ünlü markaların birbirinden şık dizayn edilmiş vitrinleriyle dolu alışveriş caddesi Michigan Avenue'dir.

Chicagodan bahsedip ünlü  deep-dish pizzasından bahsetmemek olmaz. Gezimizin son günü akşamında burada yaşayan bir arkadaşımızla birlikte Giordanos pizzacısına gidip harika pizzaların tadına baktık. Tabi sıradan bir günün akşamında bu pizzayı yemek için yaklaşık iki saat sıra beklediğimize de belirteyim.


Chicago eski şehir (old town) gezimizden kareler....







Şehre dair aklımızda kalan diğer notlar....